Yıllar önce İstanbul’da bir konuşma dinlemiştim. Konuşan kişi, Paris’te bilimlik araştırmalar yapan bir Üniversite’de çalışan Profesördü. Konusunu geliştirirken ilginç bir deney anlattı:
“Bir saksı çiçeğini bilgisayara bağladık ve bir kişiye bir dalını kırdırdık. Çiçeğin önünden birçok kişi geçti ama çiçek sadece dalını kıran geçtiğinde tepki gösterdi. Bir başka denemede iki kişiyi belirtti. İkinci kişi çiçeğe bir kötülük yapmamıştı. Şaşırdık. Biraz sorgulayınca kendisinin bahçıvan olduğunu ve sabahleyin ağaçları budayıp buraya geldiğini söyledi. İkinci bir deneyde yan yana koyduğumuz iki saksı çiçeğinden birisi yanındaki arkadaşına kötülük yapan kişiyi de haber verdi. Bu deneyi defalarca tekrarladık ve hep aynı sonucu aldık.”
Şaşırdınız mı? Şaşırmadınız, çünkü evinizdeki saksı çiçeklerine sevgi ile yaklaşıp güzel sözler söylediğinizde çiçeğin sağlıklı büyüdüğünü, sevgisiz ve kötü sözler karşısında çiçeklerin solup gittiğini siz zaten biliyorsunuz.
Kaymakamlık yıllarımda birçok ilçede yapılan bir uygulamayı gözlemlemiştim. Yemiş vermeyen ağaca, üretici, baltayla hafifçe vuruyor ve ağacı korkutuyordu. “Gelecek yıl yemiş vermezsen seni keserim.” diyordu. Bu, belli ki uzun yıllara dayalı bir deneyimdi ve olumlu sonuç veriyordu.
Diyoruz ki, her canlının ve hatta cansız saydıklarımızın da derece derece bir bilinci vardır. Sonsuz bilinç her görünen varlığın içinde gizlidir. Öyle olunca “On ağaç kestik, ama yirmi ağaç diktik.” savunması ne kadar anlamsızdır ve ne kötü bir bilgisizliktir.
Anlıyor muyuz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Yalova’daki evinin temeline zarar veriyor diye yandaki ağacı kesmek isteyenlere neden engel olduğunu? Ağacı kesmektense evin altına ray döşeyip, evi kaydırttığını…
Çünkü Atatürk varlık birliği bilincindeydi ve ağaçların da bilinçli varlıklar olduğunu biliyordu. Bir kaysının tadında, bir aşk şarkısının inceliklerinde Yaratıcıyı hatırlayan bir insandı Atatürk. Bu yüzden ağaç kesilmesine hep karşı çıkmış ve ağaç diktirmiştir.
Bu konuda Muhyiddin İbn-ül Arabi’nin Futühat adlı eserinden bir alıntı yapalım: “Bitki ve cansız denilen şeylerin de bizce ruhları vardır. Bu konu erenlerin bilincindedir. Erenler için her şey canlıdır ve konuşandır. Biz gözümüzle nice taşlar gördük ki, onların konuşmalarını ve Allah’ı anmalarını işitiyorduk. İnancı olan bir kişi her şeyin tespih ettiğinden kuşku duymaz. Tespih eden her şey ise diridir. Bu bakımdan kim yararsız yere bir ağacı keser ve gereği yokken bir taşın yerini değiştirirse kendisi de onlardan biri hâline gelir.”
Ayşe Öztekin’in Aybekgazete.com’da çıkan bir yazısından alıntılar yapmak istiyorum. Birlikte okuyalım:
Yirminci yüzyılın başlarında Fransız biyolog Raoul France, “bitkilerin yaprak ve çiçeklerinin eğilip bükülerek titrediklerini, filizlerin kıvrılarak uzadıklarını ve sanki el yordamıyla çevrelerini tanımaya çalıştıklarını, köklerinin ise araştırırcasına toprağın içine girdiğini ve neticede onların da hareketli birer canlı olduklarını” ilk defa ileri sürenlerdendir. Bugün ise, bitkilerin gerçekte, insan kulağının duymadığı, henüz tam olarak anlaşılamayan basit bir ses çıkarma ve hissetme mekanizmasına sahip oldukları anlaşılmıştır. Hatta kendilerini tehdit altında hissettiklerinde, korktuklarında salgıladıkları kimyasallar aracılığıyla, tepki verdikleri, çığlık atarcasına bağırdıkları, feryat ettikleri tespit edilmiştir.
Galvanometre yardımıyla, yapraklarına elektrot bağlanan bitkinin gövdesinden zayıf bir elektrik akımı geçirilerek, galvanometre göstergesinin ve bilgisayara bağlı graf kağıdın üstündeki yazıcı ucun oynaması ile, bitkide meydana gelen en küçük titreşim ve değişiklikler kaydedilebilmektedir.
(Devamı Yarın)